Röportaj:
İBRAHİM ALTUNCU
Sayın Aydın Menderes ile Haber Ajanda dergisi için Ağustos 2008’de bir röportaj gerçekleştirdim. Eylül sayısında yayımlanan röportaj her zamanki dağıtım sorunu nedeniyle okurlara ulaşamamıştı. Röportaj umarım ilginizi çekecektir.
Aydın Menderes Türkiye’nin önündeki sorunları konuşmak üzere beni kabul ettiğinde Ankara’nın cehennemi sıcaklarına maruz kalan ikimiz için de zor bir röportaj olacağı anlaşılıyordu. Rahatsızlanması sebebi ile bir kez ertelemek zorunda kaldığımız buluşmamız için evine gittiğimde rahatsızlığının sürmekte olduğunu üzülerek gördüm. Buna rağmen gerçek bir beyefendi tutumu içinde sabırla sorularımı cevaplamaktan geri durmadı. Ben de kendisini yormamaya özen gösterdim.
İçinde bulunduğumuz Eylül ayının 17’si Türk siyasi hayatının büyük trajedilerinden birinin, Başbakan Adnan Menderes’in katledilmesinin 47. yıldönümü. Tarihimizin bu karanlık sayfalarında millet iradesini, bir çocuk ise babasını yitirdi. Menderes ile tarihin ve siyasetin bu yakın tanığı ile darbeleri, demokrasiyi, AK Parti Türkiyesini ve yakın geleceği konuştuk. Sayın Menderes içinde bulunduğu fevkalade zor şartlara rağmen Türkiye’nin ve dünyanın siyasi ufkunu engin bir vukufiyetle gözlemeye ve yorumlamaya devam ediyor.
Aydın Menderes’e göre mevcut siyasi tabloda iktidar partisinin tutumu önem taşıyor. Bu bir anlamda siyasetin yakın geleceğinin de anahtarı. Türkiye’nin daha büyük gerilimleri taşıma kapasitesi her geçen gün zayıflıyor. Dünyadaki gelişmeler ışığında Türkiye’nin de artık önüne bakması gerekiyor. Bu nedenle kısır siyasi çekişmelerden uzaklaşarak siyasi yapı içinde yumuşama ve uzlaşma aranması zorunlu.
Ancak yine de siyaset sonsuz tuzaklarla dolu. Yakın gelecekteki gelişmeler siyasi aktörlerin birbirlerine karşı alacakları pozisyonlara bağlı. Uzlaşma için ümit duyuyor Menderes, ama Leibniz’in monadları gibi sıkı sıkıya pencerelerini kapatmış ve kendi iç uzayında, kendi tatmin alanında yaşamayı yeğleyen siyasi yapılarla bu iş zor gözüküyor.
Sayın Menderes Türkiye’de siyaset ve siyaset yapıcılık üzerine düşünceleriniz ile başlayalım isterseniz. Türk siyaseti politika bilimine aykırı birçok hususiyetlere sahip. Darbeler ile demokrasinin yan yana yaşadığı bir ülke Türkiye. Kimilerine göre bu durum siyaset genetiğimizin gereği. Bu anlamda Türk siyasetini nasıl tanımlıyorsunuz?
Aslında darbelerle; irili ufaklı bizim bildiğimiz, hissettiğimiz ve de hiç haberimiz olmayan askeri müdahalelerle demokrasi bir arada yaşayamaz. Onun içindir ki 27 Mayıs’tan bugüne kadar geçen zamanın bir adını koymamız gerekiyor. Geride kalan 48 yılı bazen askeri darbelerin, bazen geniş bir demokrasi ve hürriyet ortamının adeta nöbetleşe Türkiye’yi yönettikleri bir dönem olarak görebiliriz. O 48 yılın tamamı bir ara rejimdir. Ne zamanki ara rejimin müdahale edici unsuru, müdahalesini siyaset ve siyasetçinin üzerinde açık bir dayatmaya dönüştürürse biz o zaman ülkede gerçekten bir demokrasi olup olmadığını düşünüyoruz. Halbuki 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan e-muhtırasının dışında da Türkiye’de asker ve sivil bürokrasinin milli irade üzerinde hemen her zaman için ortaklığı vardır. Ortaklığı daha da büyüktür.
Ara rejimin iki gayet önemli sebebi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Cumhuriyet, hatta Cumhuriyet öncesinden gelen özellikle asker ve sivil bürokraside yoğunlaşmış, “Türkiye’de demokrasi olursa ve hürriyetler genişlerse bunlar zararlıdır” korkusudur. Bu korku demokrasi karşısında güçlü bir tutuculuk, halktan kuşku ve son sözün millette değil de laikliğinden kuşku duyulmayacak devletin bazı kurumlarında olması ısrar ve dayatması şeklinde günümüze kadar gelmiştir. Eğer seçilmiş sivil iktidarlar bu kesimlerin beklediği ölçüde laikliğe sahip çıkmıyorlarsa o zaman devreye açık veya kapalı bir müdahale ve darbe tehdidi girmiştir. 1961 seçimlerinden sonra ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olan Ali Fuat Başgil’e ve TBMM’ye yapılan baskılardan günümüze kadar iktidarların tamamı kendilerinden istenmediği sürece milli irade üzerinden bir ortaklığa razı olmuşlardır. Bunu da “eğer direnirsek demokrasi daha büyük zarar görür ve hatta Türkiye çok büyük kargaşalara sürüklenir” kaygısına istinat ettirmişlerdir. Bu düşüncelerinde herhalde samimidirler. Zira farklı kökenlerden gelen farklı iktidarlar benzer durumlarda söz konusu ettiğimiz ortak tutumu takınmışlardır. Bu da son 48 yılın geniş bir ara rejim parantezine dönüşmesine ve bunun devam etmekte olmasına yol açmıştır.
Türkiye’de modernleşme biraz da devletin dayak yemesinin ardından gelişiyor. Kabakçı Mustafalara, Patronalara baktığımızda da, devletin yönetici kadroları bir darbe yemişlerdir, ardından buna çözüm bulmak için modernleşmeye yönelmişlerdir. Sistem yanlış işlemiştir, ama sonuçta da bir Türk modernleşmesi vuku bulmuştur. Bu sürecin tamamında askeri müdahaleler ve toplumsal karışıklıklar önemli oranda rol oynamıştır. Son 48 yıldaki darbeler de siyasetin kabuk değiştirmek için kendi kendini zorlaması anlamında algılanabilir mi, yeni bir dizayna ulaşma çabası mı bu?
Son 48 yıldaki askeri darbeler Türk modernleşmesinin bir gereği olarak ortaya çıkmadılar. Türk modernleşmesine hiçbir katkıda bulunmadılar, Türk modernleşmesinin bir parçası da değildirler. Tam tersine Türk modernleşmesinin çok belirgin bir şekilde önünü kapatmışlardır. Cumhuriyet II. Mahmut’tan itibaren fasılasız olarak yürütülmüş batılılaşma ve çağdaşlaşmanın devraldığı hedeflerini büyük bir hızla ve en yoğun şekilde uygulamak istemiş ve bu yolda oluşabilecek karşı çıkmaları kuvvetle bertaraf edeceğini düşünmüştür. 1950’de Demokrat Parti hükümetinin programında Adnan Menderes: “İnkılapların, bugün kullanılan tabiriyle Atatürk devrimlerinin tutanları vardır. Bunları millet kabul etmiştir. Demokrat Parti de bunların devamını sağlayacaktır. Tutmayan inkılapların ise bugüne kadarki tek parti döneminde yerleştirilmesi, kabullendirilmesi veya kabullenilmesi gerekirdi. Bunlardan Demokrat Parti iktidarı sorumlu olmadığı gibi ısrarcı da olmayacak” demiştir. Böylece Türk modernleşmesinin Cumhuriyetin tek parti dönemine ait, milletimiz tarafından kabul görmüş olanlarının muhafaza edileceği açıklanırken, tutmamış veya halkın yorum olarak karşı çıktıklarında bir ısrar olmayacağı da ifade edilmiştir.
Laiklikte tek parti dönemine geri gidilemez
Laiklik Türk modernleşmesinin, en azından belli çevreler tarafından, “olmazsa olmazı” olarak görülmüştür. Bunu tartışmanın hiçbir zaman için Türkiye’ye bir faydası yoktur. Ancak tek parti döneminde kamu kesimi ile insanların özel hayatlarında dinlerinin gereğini ve inançlarını yerine getirmede laikliğin çizdiği çizgi din ve vicdan hürriyetini son derecede kısıtlamakta idi. Bunun bu şekilde devam edebilmesi mümkün değildi. Demokrasi bu çizgiyi din ve vicdan hürriyetinin daha lehine olacak bir şekilde 1950’de yeniden çizmiştir. Bundan dolayı Demokrat Parti’yi eleştirenler, hatta 1950’yi bir karşı devrim olarak dillendirenler vardır. Ancak başta ezanın istenildiği dilden okunmasından tutunuz, milletin ibadethanesini yaptırmaya, bir imam tayin ettirmeye, çocuklarına jandarma korkusu ve baskısı olmadan Kur’an öğretmeye ve buna benzer hürriyetlerinin büyük bir kısmı arada dört askeri müdahale yaşanmış olmasına rağmen milletimizin elindedir ve devamını korumuştur. Lakin 28 Şubat döneminde din ve vicdan hürriyeti kapsamına giren milletimizin demokratik kazanımlarının bazısında geri gidişler olsa da, bunların büyük bir kısmı Türkiye’nin yaşanan bir gerçeği olarak devam etmektedir. Bundan böyle Türkiye’de laiklik ile ilgili uygulamada Cumhuriyetin tek parti dönemine geri götürülmesi mümkün değildir.
AKP laiklikte yeni bir adım atmazsa sorun yaşamaz
Son söylediğinizden hareketle devam etmek istiyorum. Yakup Kadri Politika’da 45 Yıl adlı kitabında İnönü’nün askeri darbe ihtimalini sık sık dillendirerek adeta Meclis üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallandırdığını anlatır. O gün de, bu gün de genç subaylar sendromu hükümetlerin hep gündeminde. Türkiye’nin son iki yılına bakarak bu sendromun artık aşıldığını söyleyebilir miyiz? Yoksa Türkiye bir geçiş döneminin ardından yeniden eski siyasi dokuya dönüş yapabilir mi? Böyle bir tehlike seziyor musunuz?
Anayasa Mahkemesi’nin gerek üniversitelerde türbanı serbest bırakacak anayasa değişikliklerinin iptali kararı ve gerekse AKP’yi kapatmamasına rağmen laikliğe karşı fiillerin odağı olarak kabul eden kararı bugün Türkiye’de fiilen ve hukuken bir çizgi çizmiş durumdadır. Başta özellikle türban olmak üzere, laik kesimin üzerinde aşırı duyarlılık göstereceği konularda AKP yeni bir adım atmadığı takdirde kendisine bunların dışında bırakılan alanda bir iktidar olarak istediklerini yapabilecektir. Bugün için varılan nokta budur. Bu doğal olarak demokratik bir durum değildir. Hukuk devletine de uygun değildir.
Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu iptal kararının, gerekçeleri açıklandıktan sonra, demokrasi ve hukuk devletine ne kadar uyup uymadığı çok geniş bir şekilde tartışılacaktır. Hukukçuların ve kamunun büyük bir ekseriyetinin kanaati ise uygun olmadığı şeklinde tezahür edecektir. Böyle bir durumu kabullenip kabullenmemek doğal olarak o günkü iktidarın olduğu gibi bundan sonra gelecek iktidarların da elindedir. “Elindedir” derkenki kastım; bu konuda demokrasi ve hukuk devleti adına yapmak istedikleri değişikliklere teşebbüs edebilirler. Ancak bunlar çok büyük bir ihtimalle Anayasa Mahkemesi’nden geri dönecektir. Bu itibarla teşebbüs etmek ellerinde, ama istedikleri sonucu alabilmek ise en azından tahmin edilebilir bir gelecek için son derece de zor gözükmektedir. “Nasıl çıkılabilir, bu konuda neler yapılabilir?” hususu doğal olarak ayrı bir konu ve ayrı bir sorunun cevabı olmaktadır. Ancak bugün için gözüken durum ifade etmeye çalıştığım gibidir.
Anayasa için geniş tabanlı mutabakat olmalı
Laiklik deyince Türkiye’nin önüne demokrasi dışı olgular çıkabilir diyorsunuz.
Evet. Yani ya bu yolda yapılacak anayasa değişiklikleri çok büyük bir ihtimalle Anayasa Mahkemesi’nden döner ya da iş bir kapatma davasına kadar götürülebilir. Buna mukabil esasen bu tür değişikliklerin, hele hele anayasada yapılacak köklü bir değişikliğin genel bir mutabakata yaslanması az çok demokrasinin bir parçasıdır ve aynı zamanda söz konusu ettiğimiz engellerin aşılmasında çok büyük bir katkısı olabilecektir. Ancak bugün için şu somut durumla karşı karşıyayız. Mevcut iktidar en azından Avrupa Birliği’ne üyelik süreci bağlamında bu Ekim ayıyla birlikte yeni anayasa değişiklikleri getirmek durumundadır. Buna ise ana muhalefet partisi bugünden tümüyle kapılarını kapatmıştır. İktidarın sırf bu sebepten dolayı söz konusu değişikliklerden vazgeçeceğini sanmıyorum. Buna rağmen bu değişikliklerin akıbeti ne olur? CHP’ye rağmen gerçekleşirse Anayasa Mahkemesi açılacak bir iptal davasında bunların Avrupa Birliği’ne uyum için çıkartıldığı gerekçesi ile iptal etmeyebilir mi, yoksa eder mi, bunu bugünden kestiremeyiz. Ama bütün bunları bir tecrübe halinde yaşayacağız. Şu anda Türkiye’de demokrasiyi ve hukuk devletini yeterli bulmayanların, siyaset içinde ve dışında bu kanaatte olan herkesin bu husustaki ısrarlarını sürdürmeleri ve daha büyük bir halk desteğini arkalarına alma çalışmaları hiç şüphe yok ki gayet önemli ve faydalı bir girişim olacaktır.
Uzlaşma yakın bir gelecekte olabilir
Gazete yazılarınızdan biri de uzlaşma üzerineydi. Bu yazılarınızda siyasi ortamın gerginlikten uzaklaşması için Başbakana büyük görev düştüğünü belirtiyor ve uzlaşma için dört ana adım sunuyorsunuz. Bunlar: kurumlar arası diyalog, Siyasi Partiler Yasasında değişiklik, Anayasada değişiklik ve bu değişikliklerin geniş tabanlı bir uzlaşma içinde topluma sunulması… Ama sizi bu konuda çok ümitli görmüyorum.
Tamamen ümitsiz de değilim. Belki de önemli olan kısmı da budur. Bazı din ve vicdan hürriyeti kapsamına giren eylemlerin sonsuza kadar laikliğe aykırıdır diye engellenebileceğini zannetmiyorum. Laikliği hiç kimse kaldırmadığı gibi buna başta iktidar olmak üzere kimsenin niyeti de yoktur. Böyle bir hazırlığı, alternatifi ve imkânı da bulunmamaktadır. Eğer bazı çevreler bu iki hususu net bir şekilde görürlerse din ve vicdan hürriyeti kapsamına giren bazı fiillerin en azından kontrollü ve tedrici bir şekilde serbest kılınmasından yana bir irade ortaya koyabilirler. Bu kendi adlarına da, memleket adına da, bu milletin birlik ve beraberliği adına da makul bir adım olur. Aynı şekilde demokrasi adına bu değişikliklerin yapılmasını isteyenler, sözgelimi, AKP iktidarı da en azından gücünün sınırlarını şu geride bıraktığımız beş yıl içinde alabildiği kadar sınadığına göre, o da böyle bir uzlaşmanın yanında olabilir ve hatta bu hususta belki de ilk adımları atmaya çalışabilir. Ben eninde sonunda böyle bir uzlaşmanın gerçekleşeceğine inanıyorum. Ama gönül ister ki bu uzlaşma kademeli bir şekilde de olsa Ekim ayından itibaren bazı somut verilere dayanacak şekilde bir an önce başlayabilmelidir. Eğer bugünkü iktidarın uzlaşma yerine dayatarak ve zorlayarak, tabii tamamen demokrasinin kuralları içinde böyle bir yolu deneyerek bunları gerçekleştirebileceğine dair bir kanaati varsa bunun gereğini yapmakta da kendisi adına hürdür. Uzlaşma mı, çatışma mı bu yolların tercihi o partiye aittir. Başbakan Erdoğan’ın kapatma davasının süresi içindeki tutumunu AK Parti’nin kapatılmaması doğrultusunda ve bunu temin etmek için gerilimi en alt düzeyde tutmaya çalışan bir tavır olarak gördüm. Bunu yakın gelecekteki bir uzlaşmanın habercisi olarak da kabul edebiliriz.
İttihatçı aramak entel bir takıntı
Tercüman gazetesindeki köşenizde bir süredir İttihat Terakki üzerine yazıyorsunuz. Babanız merhum Menderes de iktidar döneminde Türkiye’de İttihatçılarla İtilafçıların kavgasına benzer bir siyaset ortamı yaratmak isteyenlerden şikayet ediyor. Ama sonuçta Türk siyaseti bu Karagöz kavgasından hiçbir zaman kurtulamadı. Bu noktadan hareketle Menderes-İnönü, Demirel-Ecevit, Demirel-Özal ve Baykal-Erdoğan çatışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Baykal, Cindoruk, Demirel gibi önemli siyasi figürlerin Erdoğan hükümetine yönelik baskısını ve devletin diğer kurumlarını direkte eder tavırlarını nasıl anlamak gerekir? Mesela, bunca darbe deneyimi yaşamış Süleyman Demirel’in demokrasi cephesinde yer alarak aktif bir mücadele vermesi gerekmez miydi?
Günümüzde İttihatçı aramayı biraz entel bir takıntı ve bizi aydınlatmaktan çok örtmeye hizmet edebilecek bir uğraşı olarak ifade etmeye çalıştım. “Demokrasi ve hürriyeti arttırırsak laiklik tehlikeye girer” düşüncesi Cumhuriyeti kuran iradeye aittir. Bu iradenin laiklik ile ilgili tercihi üzerinde en azından bugün için hiçbir tartışma yoktur. Kaldı ki Demokrat Parti, Adalet partisi, bunlarla kurulmuş koalisyon hükümetleri ve son AKP iktidarı döneminde laiklik zayıflamamıştır. Ancak kamusal alanla özel alan arasında vicdan hürriyetini geniş kitlelerin daha rahat kullanabileceği yeni bir dengeye ulaşılamamıştır. Bunu aktif olarak engelleyenler bir türlü kökü sona ermemiş İttihatçılar değildir. Onlar sevapları ve günahlarıyla milletin, tarihin ve yarın da Allah’ın huzurunda kendi hesaplarını kendileri vereceklerdir. Ama hele hele günümüzde, hatta 1920’lerden günümüze kadar ortaya çıkmış jakoben tutumda bir İttihatçı ya da İttihatçılık aramanın doğru bir iş olmadığı kanaatindeyim.
Tek partililik Demirel’in ruhunda varmış
Sorununuzun ikinci bölümü diyebileceğim yakın zamana kadar demokrasinin savunuculuğunu yapmış, en azından öyle bir imaj bırakmış bazı isimlerin günümüzdeki bunun tam tersi tutumları üzerinde de düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım. Baykal kısmını izah etmek çok daha kolay. Demirel ve Cindoruk için söylenebilecek şey ya da benim değerlendirmem şudur. Her şey aslına rücu eder derler. Ne kadar zaman zaman demokrasiyi pek de cansiperane savunmuş olsalar da demek ki bu büyüklerimizin ruhlarının ve kişiliklerinin bir yerinde söküp atamadıkları bir tek partililik vardır. Buraya rücu etmişler. Belki de bunu hep dışa vurmak istemişler, ama siyaset yaptıkları dönemin rüzgârlarına bu tamamen ters olacağı için bunu yapmamışlar veya yapamamışlar, içlerinde kalmış. Şimdi de bir özlem gideriyor olmalıdırlar.
Karagöz oyunlarında idamlar, hapishaneler olmaz
Adnan Menderes 4. hükümet döneminde bir Meclis konuşmasında şöyle diyor: Biz kimseye kendimizi beğendirmek mecburiyetinde değiliz. Biz NATO’nun bir sığıntısı değiliz beyler. Biz NATO’nun içinde müsavi haklarla yer almış, birbirlerine şerefli ve müsavi taahhütlerle bağlanmış müttefik devletleriz.” Moskova Büyükelçisi Halil Akıncı da yaptığı bir açıklamada “Menderes asılmasaydı Rusya’ya ziyaret gerçekleştirecekti” diyor. O dönemde Rusya ile Menderes hükümeti arasında işbirliği gelişiyordu. Nitekim Menderes’ten sonra Demirel hükümetleri döneminde Rus yatırımları gerçekleştirildi. Batılı devletlerin Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini geliştirmesinden rahatsızlık duyduğu ortada. Siz 27 Mayıs darbesine bu açıdan bakıyor musunuz? Türkiye’deki darbelerin küresel siyasi pozisyonlarla ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz? Buna ek olarak, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadroların arkasında veya içinde Ergenkonvari bir yapılanma olduğunu düşünüyor musunuz?
27 Mayıs’ta dış dinamiklerin rolü olabilir, ama 27 Mayıs iyi bir şeyse bunun mükafatının tamamına yakını, kötü bir şey ise siyasi ve tarihi sorumluluğunun yine tamamına yakını İsmet Paşa’ya ve CHP’ye aittir. Türk siyasetinin hangi dönemlerinin bir Karagöz oyununa benzetilebileceğini bilmiyorum, ancak 1946 ve 1961 17 Eylül arası tüm Türk tarihinin en büyük trajedilerinden, eski tabirle söyleyecek olursak hailelerinden biridir ve Karagöz oyunlarında idamlar, hapishaneler olmaz. Kaldı ki 27 Mayıs’ın ardından Türkiye yine bir on yıllık dönemden sonra kan gölünün üzerine oturmuştur. 1950-60 arasında siyasi sebeple darağacı kurulmamıştır, idam yoktur, yargısız infaz yoktur, faili meçhul cinayet yoktur, terör yoktur, anarşi yoktur. Tarihimiz içinde bu on yıl bu açıdan tam bir istisnadır. 60’tan sonra ise nasıl bir Türkiye’de yaşadığımızı hepimiz gayet iyi biliyoruz.
Ergenekon anlayışı daima olageldi
Ergenekon… bir başka ifade ile bir pundunu bulup demokrasiyi devre dışı bırakıp askerle birlikte ya da askeri bu işin bir parçası haline getirerek yerine getirme tutkusu ve bunun için örgütlenme girişimlerinin tarihi 1950’lere kadar uzanmaktadır. Hatta 45’lere kadar uzanacağını rahatlıkla söylemek mümkündür. 27 Mayısçıların bazı üyelerinin bir darbe yapmak için 1954’ten önce bir araya gelmeye başladıklarını hemen 1960 darbesinin akabinde Abdi İpekçi ve Ömer Sami Coşar’ın 27 Mayıs ile ilgili yazdığı kitaptan beri yakından biliyoruz. Dolayısıyla şartlara göre zaman zaman uykuya çekilen, zaman zaman atağa kalkan, zaman zaman bir yolunu bile bulabilen böyle bir düşünce ve örgütlenme geleneğinden bahsetmek doğrudur ve gereklidir. Ancak zaman uzadıkça bunların aralarındaki organik bağın ne olduğu, devam edip etmediği veya nasıl değiştiği doğal olarak ayrı bir inceleme ve araştırma konusudur. Ama böyle bir anlayış hep olagelmiştir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, Dağlıca baskını, Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesi, Ergenekon tutuklamaları, kapatma davası… Birbirini takip eden bu bir dizi olay arasında mantıklı bir bağlantı kurulabilir mi?
Kurulabilir. Kuranları veya kurulanları veya görebilirsek onların üzerinde konuşabilir, tartışabilir, eleştirilerde bulunabiliriz. Ama kendi gözümle baktığım vakit o olaylar arasında zorunlu diyebileceğimiz bir sebep sonuç ilişkisi göremiyorum. Tabii bu sadece benim düşüncemdir. Başkaları farklı bir yaklaşımla farklı sonuçlara varabilirler. Ancak bu gibi olaylar arasındaki bağın sadece makul bir bağ olması böyle bir iddiayı kanıtlamak için yetmez. Tabii ki daha detaylı ve somut delillere ve olgulara da ihtiyaç olacaktır.
AK Parti kapatılırsa DTP oyları artmaz
Yaklaşan yerel seçimler öncesinde Yargıtay Başsavcısının yeni bir hamle yapabilme ihtimali bulunuyor. Gerekçeli kararın ardından partinin Hazine yardımı kesintisi cezası almasına neden olan yöneticilerin siyaseten yasaklanması konulu yeni bir davanın yolda olduğu söyleniyor. Öte yandan DTP’nin kapatma istemli davası halen Anayasa Mahkemesi’nde görülüyor. Bu gelişmeler ışığında Mart 2009 yerel seçimlerini nasıl görüyorsunuz?
Bugün DTP’ye baktığınız vakit bunların milletvekili ve her kademedeki yöneticilerinin büyük bir ekseriyetinin kökenlerinin eski CHP’li ve solcu olduklarını görürüz. Sadece bu yönleri dolayısıyla da Güneydoğudaki oyların ve ayrıca Türkiye’nin her yerindeki “Ben Kürdüm” diyen insanların oylarını almakta birinci parti ve büyük ekseriyet sahibi olması kesinlikle söz konusu değildir. AK Parti kapatılırsa, şartlar ne olursa olsun, ister yerel seçimler, ister genel seçimlerde millet onun yerine oy vereceği bir partiyi bulacaktır. Bu parti en az AKP’nin aldığı oyu Türkiye’nin bütün bölümlerinde ve kesimlerinde de alacaktır. O itibarla AKP kapatıldığı takdirde DTP oylarının artacağı kanaatini taşımıyorum. Buna mukabil, DTP kapatılırsa bu parti milletvekili seçimlerinde bile bağımsız milletvekili çıkartabildiğine göre çok rahat bir şekilde özellikle Güneydoğuda ve Doğuda bağımsız yerel yöneticiler seçtirebilecektir. Bu itibarla yerel seçimlere bu iki partinin kapatılıp kapatılmamasının gerek Türkiye, gerek bölge bazında çok büyük bir değişiklik getireceğini sanmıyorum. AK Parti için yerel seçimlere kadar yeni bir kapatma davası açılacağını da hiç tahmin etmiyorum. DTP ile ilgili kararın ise muhtemelen yerel seçimler sonrasına bırakılabileceğini düşünüyorum.
Türkiye’de, gazete ve dergilerde yayımlanan söyleşiler arasında bir “ilk”e rastlıyorum: “Kalite”. Şimdiye değin gazete ve dergilerde “laf olsun torba dolsun” kabilinden yapılan söyleşiler, koftiden soru-yanıtlar okuduk. (Öyle değil mi millet?) Ben ilk kez “erbabı”nca yapılmış böyle söyleşiler görüyor ve okuyorum… Teşekkürler Sayın Altuncu.